HAVVA YILMAZ NURCAN YAZILARI

Zor duyguları Yönetmek

Hepimiz zaman zaman zor duygularla karşılaşırız.
Kaygı, öfke, suçluluk, kırgınlık…
Bu duyguları hissettiğimizle çoğu zaman ilk tepkimiz ondan kaçmak veya bastırmak olur.
Fakat kaçmak duyguyu susturmaz, sadece bir süre üzerini örter. Oysaki her duygu bize bir şey anlatmak için gelir.
Belki bir sınırın aşıldığını, belki güven ihtiyacının hatırlatıldığını, belki de bir kaybın yasını…

Zor bir duyguyla karşılaştığımızda yapacağımız en iyi şey onu reddetmeden verdiği mesajı anlamak olacaktır.
Bu mesajı fark etmek, onu yargılamadan adını koymak kendimizle kurduğumuz içsel bağı da güçlendirir.
Çünkü duygularımızla temas kurabildiğimizde yaşadığımız şeyi daha net görebiliriz ve olaya verdiğimiz anlam değişmeye başlar.
Böylece bakış açımız ve davranışımızda bir dönüşüm meydana gelir. Yaşadığımız deneyime karşı farkındalığımız artar.
Aslına bakacak olursak, zorlayıcı duygular düşmanımız değildirler, sadece duyulmak isterler.

Sınır İhlali

Hayatın içinde herkesle temas halindeyiz: ailemiz, arkadaşlarımız, akrabalarımız, iş arkadaşlarımız, hatta sosyal medyada hiç tanımadığımız kişilerle bile… Ve bu temasın sağlıklı kalabilmesi için görünmeyen ama çok etkili bir şeye ihtiyacımız var.

Sınırlar; biz bireyler olarak kimi zaman net sınırlar çizeriz, kimi zaman ise sınırlarımız belirsiz hale gelebilir ve biz fark etmeden birileri o sınırların ötesine geçer. Bu durum yalnızca fiziksel mesafeyle ilgili değil; duygusal, zihinsel ve sosyal alanlarımızla da ilgili olabilir. 

Bir söz, bir bakış veya davranışla sınırlarımız ihlal edilebilir. Her defasında içimizde bir rahatsızlık hissi belirse de adını koymakta zorlanırız. Çünkü ‘gönül almak’, ‘kırmamak’, ‘idare etmek’ gibi toplumsal kodlarla büyütülürüz. 

Olaya tersinden bakacak olursak, bazen biz de sınır ihlali yapıyor olabiliriz. Kimi zaman iyi niyetle yardım etmek için, ya da bazen sevilmek ve onaylanmak için başkalarının alanına farkında olmadan müdahale edebiliyoruz. 

Bu noktada farkındalık kilit rol oynamaktadır. Aslında ben kimimne istiyorumneye evet diyorumneye hayır demekte zorlanıyorum gibi sorulara cevap vererek kendi iç sesimizi duymalı ve sınırlarımızı gözden geçirmeliyiz. Bu netliğe ulaştıktan sonra ise çevremizdeki insanların sınırlarına aynı hassasiyet ve empatiyle yaklaşarak sağlıklı ilişkiler kurabiliriz. Unutulmamalıdır ki; sınır koymak bencillik değil, sağlıklı bir benlik inşası ve içsel disiplinin temelidir.

Sınır mevzusu ile bu kadar hemhal olmuşken, çağımızın en önemli sınır ihlali olan sosyal medya ve dijital izlerimizin takip edilmesine değinmemek elbette olmaz. Sosyal medya üzerinde birini uzun uzun incelemek, hakkında bilgi ve fotoğraf toplamak, nerede kimlerle görüştüğünü takip etmek… Bunlar da bir nevi modern sınır ihlalidir. 

Dijital dünyada herkese açık alanlar olabilirken, bir kısım boşluklardan faydalanan kimseler hem sınır hem de mahremiyet ihlaline kalkışabilmektedir.  Bu tarz sınır ihlallerine maruz kalmamak için sosyal medyanın bilinçli kullanılması ve dijital okur yazarlık becerilerinin geliştirilmesi mühimdir. 

Bağlanma stillerinin İlişkilere Etkisi

Bağlanma davranışından başka hiç bir davranış formu, daha Güçlü bir hisle bir araya gelemez.” John Bowlby

Birçok yetişkinin ilişkilerde yaşadığı sorunlar aslında çocuklukta atılan temellerin bir yansımasıdır. Bu bakımdan “çocukluğa gitmek” latifesi hâlen geçerliliğini koruyan bir anlayışı yansıtır çünkü davranışlarımızın, motivasyonlarımızın ve duygusal tepkilerimizin kökeni çoğu zaman orada bulunmaktadır. 

Bebeklik döneminde, anneyle veya bakım veren kişiyle kurulan ilişki biçimi, ilerleyen yıllarda nasıl bir bağ kurma stili geliştireceğimizi gösteren önemli bir etkendir. Bu dönemde ihtiyaçlarımızın karşılanıp karşılanmaması temel seviyede bir tutum geliştirmemize sebep olur ve bağ kurma şeklimiz zaman içinde görünür hale gelir. Örneğin çocukken yeterince ilgi ve güvenle büyüyen bireyler, yetişkinlikte de daha sağlıklı bağ kurma eğilimi gösterirler.

Bebeklikte anne ve bebek arasındaki bağlanma tek yönlü seyrederken yetişkinlikte bu karşılıklı bir seyir izler. Kişi artık sadece bakım alan değil aynı zamanda bakım veren konumundadır. Ve konu evlilik ya da romantik ilişkiler olduğunda erken dönemde şekillenen bağlanma stilleri, tüm dengeyi belirleyen görünmez bir el gibi çalışarak çiftlerin birbirleriyle olan ilişkilerinde önemli rol alır.

Bağlanma stili, kişide sadece sevme biçimini değil, sevilmeye dair beklentilerini de şekillendirir. Güvenli bağlanma stiline sahip kişiler partnerlerine güven duyarak daha sağlıklı ve açık iletişim kurarlar. Bu bireyler duygusal ihtiyaçlarını rahatça ifade edebilir ve partnerlerinden aynı anlayışı beklerler. Hem duygusal yakınlığa izin verebilir hem de bireysel sınırlarını koruyarak İlişkide denge sağlayabilirler.

Kaygılı bağlanma stiline sahip bireyler sürekli sevilme ihtiyacındadır. İlişki boyunca sık sık terkedilme korkusu yaşayabilir ve bu da onları sürekli bir güven arayışına itebilir. Partnerin ilgisindeki en ufak bir azalma bile bu bireylerin yoğun kaygı yaşamasına neden olur.

Kaçınan bağlanma stiline sahip kişiler ise duygusal bağ kurmaktan kaçınabilir ve partnerine karşı mesafeli bir tutum takınabilirler. Fazla yakınlıkta boğulmuş gibi hissederek geri çekilirler. İkili ilişkilerde mesafeye ihtiyaç duyarlar.

Bu stiller fark edilmediğinde, bireylerin hayatında tekrarlayan döngüler oluşur. Aynı problemler farklı kişilerle yaşanmaya devam eder. Fakat bağlanma stili bir kimlik değil, örüntüdür.

Ve en önemlisi: Bu örüntüler farkındalıkla değişim göstererek ilişkideki olası sorunların önüne geçilebilir. Bireyler kendilerini yöneten otomatik tepkileri fark ettiğinde, ilişki kurma biçimi de dönüşerek daha sağlıklı bir hale gelecektir. Bu minvalde çiftlerin kendi bağlanma stillerini anlamaları ve birbirlerinin stillerine karşı duyarlı olmaları, sağlıklı ilişkiler kurmaları için oldukça elzemdir.

Farklı bir Açıdan Farkındalık

“Farkındalık; dağılmış zihnimizi bir anda geri çağırabilen ve onu bütünlüğe geri Döndürebilen, böylece hayatın her dakikasını yaşayabilmemizi sağlayan bir mucizedir.”

Zihnimiz hep bir yerlere gitmek ister.

Ya geçmişte kalmış bir olaya takılır ya da gelecekte olmasını istediği senaryolar üzerinde çalışıp durur. 

Fakat elimizdeki tek zaman ve hayatın en gerçek hali, “şu an”da gizlidir.

İşte farkındalık tam da bu noktada devreye girer:

Anda kalmak, olup biteni yargılamadan merkezimizde hizalanarak farkındalığımızı arttırmaktır. Hem dışarıyı hem içeriyi aynı anda gözlemleyebilmektir.

Kökeni Budist geleneklere dayanan farkındalık, günümüzde daha çok “mindfulness” tekniği olarak bilinmektedir.

Bu teknik zihni eğitmek, içe odaklanmak, duyularla temasta olmak gibi yönleri içerir.

Fakat benzer temalar Doğu mistisizminin dışında da karşımıza çıkar: 

Tasavvufta tefekkür, yani derin düşünceyle kalbi uyandırmak…

“Her nefeste Hakk’ı anmak”, yani zihni değil kalbi şimdiye çağırmak… Çünkü farkındalık sadece dikkat kesilmek değil dikkati kalpten geçirmek demektir. Yalnızca zihinden gelen farkındalık eksik kalır, kontrol eder, çözüm arar. Oysa kalpten gelen farkındalık anı olduğu gibi kabul eder, değiştirmeye değil, tanıklık etmeye gelir. Tasavvuf ehli bu hali kalbin uyanıklığı olarak tanımlar. Yani kalbin uyanması zihnin susması ile başlar ve asıl marifet kalp ve zihni hizalayarak anda kalabilmektir.

Bunların hepsi, bir tür “uyanıklık” halini tarif eder ve odağı dışarıdan içeriye alarak şimdiye odaklanmamıza yardımcı olur. 

Farkındalık büyük şeylerin değil, küçük anların içinde yaşar.

Sabah çayını, kahveni içerken sadece tadına dikkat etmek…

Biriyle konuşurken onu empatiyle dinlemek…

Yürürken adımlarının farkında olarak ritmi hissetmek gibi…

Tasavvufta da bu yüzden “kalp gözü”nden söz edilir; sadece görmek değil, hissederek görmek önemlidir.

Çünkü farkındalık sadece dikkat değil, şefkat de ister.

Bu dikkat ve şefkatle kendini fark etmek; yargılamadan, bastırmadan, kaçmadan olanı olduğu gibi görebilmektir.

Ve bu hal, hem kişinin kendisi ile olan ilişkisinde hem de sosyal ilişkilerde büyük bir değişim yaratır.

Anda olabildiğimizde, gerçekten duymaya, görmeye, temas etmeye başlarız ve bu minvalde daha samimi ilişkiler geliştiririz. Her şeyden önemlisi de kendi benliğimizle daha derin bir bağ kurabiliriz.

Modern Dünyada Ailenin Dönüşümü

Günümüz dünyasında aile, toplumun en temel yapı taşı olmaya devam etse de, modernleşmenin dayattığı yeni yaşam pratikleriyle birlikte bu yapı ciddi dönüşümler geçirmektedir. Geleneksel aile değerleri ile modern yaşam tarzı arasındaki çatışma, aile kurumunun surlarında gedikler açmıştır. Peki, aileyi sağlam tutmanın ve toplumu güçlendirmenin yolu nedir? Bu sorunun yanıtı, ailenin toplum İçindeki rolünü doğru anlamaktan geçiyor.

Aile, insanlığın köklü birikim ve değerlerini geçmişten geleceğe aktaran bir köprü vazifesi görür. Sağlam bir aile yapısı, bireylerin sağlıklı bir ruh haliyle büyümesini ve topluma pozitif katkı sağlamasını mümkün kılar. Bu bakımdan aile içinde öğrenilen değerler, bireyin toplumla kurduğu ilişkileri doğrudan etkiler. Güçlü bir millet oluşturmak için de aile mefhumunun korunması ve tahkim edilmesi elzemdir. Zira bir toplumda aile bağları zayıflarsa, o toplumun uzun vadede ayakta kalması zorlaşır.

Geçmişte kadın ve erkeğe atfedilen mesuliyetler farklılık göstermiş olsada aileyi domine eden her dönemde kadınlar olmuştur. Bu açıdan bakıldığında

Modern dünyada kadının aile içindeki rolü değişse de, annelik misyonu her zaman varlığını korumuştur. Anneler, sadece çocuklarını büyüten kişiler değil, aynı zamanda geleceği şekillendiren en güçlü aktörlerdir. Çünkü bir çocuğun karakteri, değerleri, hayata bakışı büyük ölçüde annesinden aldığı sevgi, eğitim ve rehberlikle şekillenir. Bu sebepten kadının aile içindeki rolü, sadece bir bireyin değil, tüm toplumun geleceğini belirler.

Bir annenin bilinçli ve eğitimli olması, yetiştirdiği çocukların da sorgulayan, düşünen ve güçlü bireyler olmasını sağlar. Bu da toplumu ileriye taşır. Dolayısıyla kadın güçlü olursa, aile de güçlü olur ve kadını güçlendirmek, aslında geleceği güçlendirmek demektir.

Baba, geleneksel olarak ailenin koruyucusu ve otorite figürü olarak görülmüştür. Ancak modern dünyada bu rol, baskıcı bir otorite olmaktan çok, rehberlik eden ve destekleyici bir disiplin anlayışına evrilmektedir. Çocuklar için baba figürü her dönem sorumluluk bilinci, sınır koyma ve güçlü karakter gelişimi açısından büyük önem taşımıştır.

Fakat Modern dönemde çocuklar, babalarından hayatın kurallarını öğrenirken aynı zamanda sevgiyi ve şefkati de deneyimlemektedir.

Dolayısıyla, baba figürünün aile içindeki rolü yalnızca maddi sağlayıcılık ve otorite konumuyla sınırlı kalmayarak kapsayıcılığı artan bir şekle bürünmüştür.

Aile, sadece biyolojik bir birliktelik değil, aynı zamanda bir değerler ve kimlik inşa etme merkezidir. Modern dünyada aile yapısını koruyabilmek için anne ve baba rollerinin eşit sorumluluklarla paylaşılması gerekmektedir. Kadın güçlenmeli, baba otoritesini sevgiyle dengelemeli ve çocuklar sağlıklı bir çevrede yetiştirilmelidir.

Eğer aile sağlam olursa, toplum da sağlam olur. Bu yüzden geleceği birlikte inşa etmek istiyorsak, önce aile kurumunu bilinçli bir şekilde güçlendirmeliyiz.